Anladım arkadaşlar, mahalle baskısıyla kendimi 30 yaşıma geldim olarak değerlendirmek mecburiyetindeyim. Beni bu yaşıma getiren herkese sonsuz teşekkürler.
Hep özendiğim çift kişilik yatakta bi’ başıma uyuma fırsatını da işte bu yenimsi yaşımda yakaladım. Ama tam mutlu olacağım, olamıyorum. Çünkü yatakla hikayemiz aynı ‘Prenses ve Bezelye Tanesi’ adlı Hans Christian Andersen masalıyla aynı. Aynı… Masalımız, yağmurlu bir gecede, arabası bozulduğu için yol üstündeki kalede misafir olmak zorunda kalan bir prenses, ve kalenin lordunun annesinin garip hikayesini anlatır. Lordun annesi prensesin ‘gerçek’ olup olmadığını anlayabilmek için, yolcuyu 40 kat şiltenin altına koyduğu bir bezelye tanesiyle misafir eder. Sabah nasıl uyuduğu sorulan prensesin cevabı ‘Beni misafir ettiğiniz için çok teşekkürler, gerçekten çok naziksiniz, fakat bütün gece uyumam mümkün olmadı, olur.
Yatağımla hikayemin, işbu masalla benzerliği şundandır:
İki buçuk aydır üstünde uyuduğum bu yatağın baş tarafındaki ayaklar, yatak üzerine en ufak bir ağırlık bindiğinde yaylanıp, aha kırıldım! Ahahh, şimdi kırıldım!’ etkisi yaratmakta… Yatak başlığı yok, ve ayaklar kırıldığı an boynumu duvarda kıvrılmış bulacağım. Ben geceleri uyurken ortalama 10 defa dönenlerdenim. Bu her gece 10 defa uyanmak demek. Çünkü yatak her yan yan, arkaya doğru yaylandığında korku içinde sıçrıyorum. Bakın iki buçuk ay, dile kolay. Tam tamına 100 gün. Uykularım delik deşik. Bu nasıl bir eziyet?
Tamam, aç kalmıyorum da, bence psikolojik şiddet görüyorum. İşin asıl ilginç tarafıysa, bana bu psikolojik şiddeti kimin uyguladığını anlamam oldu.
Şikayetimle 100 gün sonra ilk gittiğim isim çalışma ortağım, ev arkadaşım Gizem oldu. ‘Sen deli misin, madem durum bu kadar kötü, neden prodüksiyondan yatağı değiştirmelerini istemiyorsun?’ diye çıkıştı. Haklıydı. Neden istemiyordum ki? Bahsettiğimiz yapım, geldiğimin ikinci haftası mülakatla Acun Medya’ya girmiş ‘yabancı’ olarak talep ettiğim yoga matını Amerika’dan getirtmişti. Yan aparttan taşınacak yatak neden mümkün olmasındı? Benim derdim neydi… 100 gündür bilinçaltım itinayla bana rüya biriktirtiyordu. Psikolojik şiddetin tillahı, kendi beynimdi.
Geçen hafta olan ve garip bir şekilde yukarıdaki olaya bağlayacağım bir başka olaysa geçen hafta İKİ KİŞİLİK şen yuvamıza bir üçüncü kişinin taşınacak olmasıydı. Bu haberle, evde Gizem’le birbirimize nasıl yükseliyoruz, görseniz yüzünüz ekşir… ‘Yok, ben hayatım boyunca biriyle oda paylaşmadım’lar, ‘yok bizi nasıl böyle ezerlerler’, havalarda uçuşuyor. Neyse, yalnız odalarda yataklar çift kişilik, Gizemciğim de ben yokken eve getirilen 3. – ve tek kişilik- yatağı, odalara sığması mümkün olmadığı gerekçesiyle ‘hömofisimize’ koymalarını rica etmiş.
Efenim, beklenen olmadı, muhasebeye İstanbul’dan gelen kadını nereye yerleştirdiler bilmiyoruz ama, bize kimse taşınmadı… Ve bir haftadır salonda sallanmadan duran masif strüktürlü, ahşap ahşap, bel fıtıklı sabit amca gibi sapasağlam duran bu tek kişilik yatak, düne kadar kadar buradaydı.
Ve ilginçtir, kendimi bu tek kişilik yatağın üzerinde sıklıkla – kesinlikle uykuya dalarken değil ama- uyanırken bulmaya başlamıştım. Az önce bir ses bile etmeden gelip götürdükleri, apağır gövdesiyle bu yatak, mutfak penceresinden ufukta güneşin doğduğu tarafı görebilecek bir açıyla duruyordu salonda… Bu açı, bu yatakta gözümü açtığım her sefer için oldukça önemliydi, çünkü burada şafaklar inanılmaz pembe. İnsanı saat 6 da yatağından okyanusa çağırıyor.
Şimdi, yolda baktığı için tülsüz pencere perdesini hep kapalı tutmaya mecbur olduğum, ışıksız odama ve ilk çift kişilik yatağıma geri dönüyorum.
Bir daha meditasyona uyanabildiğim gün tekrar yazarım. Öpün beni.